İSKOÇYA-EDİNBURGH
İSKOÇYA-EDINBURGH
Büyük Britanya'nın gezi severlere bir hediyesi, en kıymetli şehirlerinden biri Edinburgh'u hızlı bir şekilde planıma almanın haklı gururu ve geride kalan mükemmel anıların motivasyonu ile yazmaya başlıyorum.
Tuhaf bir şekilde yağmursuz, boş güneşli ama sert rüzgarlı bir Ekim ayında 3 gün dolu dolu geçen bir gezinin notlarını hiçbir şeyi atlamadan aktarmak istiyorum. Umarım yazının sonunda en azından THY sitesine girip bilet bakma motivasyonuna ve merakına gelebilirsiniz. Ben yazarken ara ara hep baktım:)
Edinburgh, İngiltere'de Londra sonrası gitmek istediğim ikinci şehriydi. 2019 ilk Londra seyahatimden sonra Edinburgh fırsatı yaratamamıştım. 2022'de pandemi sonrası aldığım İngiltere vizesinde bu şehre kesin yer verecektim. Tarihi netleştirmeye çalışırken kuzenimin Edinburgh Üniversitesi'ne misafir öğretim görevlisi olarak gitmesi işleri hızlandırdı. Ekim ayında düzenini kurmuş Canberk Ailesini yeni hayatlarında yalnız bırakmamak, birlikte güzel bir anı bırakmak için "long weekend" planı yapılmış, 14 Ekim'de Edinburgh kavuştayı gerçekleşmişti.
1.GÜN
Sabah 07:25 uçağına binmek üzere erkenden İstanbul Havalimanındaydım, 3.5 saatlik ortalama bir yolculuğun ardından, mütevazi diyebileceğim Edinburgh Havalimanına inmiştim. Uzun süren pasaport kuyruğunun ardından, vakit kaybetmemek adına taksi ile evin yolunu tutmayı tercih ettim. Şehir merkezine ulaşım, çok sık kalkan otobüsler ile oldukça konforlu ve kolay.
20-25 dakikalık bir yolun ardından eve gelmiştim. Bu ziyaret benim gezi planlama anlamında rüştümü ispat etmem için de çok önemliydi. Gittikleri günden beri onlarla bir sürü yer paylaşıyor, şuraya gittiniz mi buraya uğrayın diyerek yönlendirmeye çalışıyordum. Yeni geldikleri bu şehirde turist olmak için benim gelmemi beklemişlerdi; iki taraf için de güzel bir tatil planı yapmak şart olmuştu.
İlk durak evimizin biriciği Alpişkonun kreşine gidip ona sürpriz yapmaktı. Büyük tezahüratlar sonucu buluşmuş, bu vesile ile de bir İngiliz kreş atmosferini de koklamıştım:)
Öğlen saatlerinde onları eve bıraktıktan sonra akşam yemeği için rezervasyon yaptırdığım yerde buluşmak üzere evden ayrıldım. Otobüse atlayarak eski şehrin yolunu tuttum. Toplu taşıma kullanmayı ucuz olmasının haricinde insanlarla daha yakın olmak ve şehrin gitmeyi planlamadığım yerlerine uğramaya fırsat yarattığı için de seviyorum. İlk otobüs yolculuğundan bugüne kalan izlenimim ise, insanların oldukça kibarlıkları ve telaşsız yapıları. İlk Londra gezim biraz daha kalabalık bir grup ve her yere gidelim hara güresi ile olduğu için İngilizleri çok gözlemleyememişim ve "soğuk" olduklarına daha ikna dönmüştüm. Ancak, Edinburgh ve sonrası yaptığım ikinci Londra çıkartmam da gördüm ki gayet yardımsever ve sıcak insanlar. Hatta uçakta tanıştığım uzun yıllardır İngiltere'de yaşayan bir aile bana "Bu ülkede thanks, sorry, please sözcükleri ile her işi halledebilirsiniz" demişti; çok da haklıydı.
Lokalleri de övdüğüme göre geziye devam edebiliriz. Daha önceki yazılardan da seyahatlerde metro olsa dahi şehri daha iyi görebilmek için otobüsleri tercih ettiğimi yazmıştım. Sanıyorum bunu en keyifli hale getirebileceğiniz ülke de İngiltere. Bir yerden bir yere gitmek, 2 katlı otobüslerde ayrı bir keyfe dönüşüyor. Hele de üst kat en önde oturuyorsanız ki -hep denk geldim- otobüsler oldukça boş. Binalara hayran hayran bakarken, sokakların düzenine şaşırırken ve renklerin uyumunu gördüğünüz anda fotoğraf çekme heyecanı ile çabucak geçiyor yolculuk.
Otobüs beni Edinburgh Kütüphanesinin önünde bıraktı, 50 metre sonra meşhur Royal Mile caddesindeydim. Sağa aşağıya inersem St Giles Kilisesi, sol yukarı devam edersem görkemli Edinburgh Kalesi. Hakkımı kaleden yana kullandım. Kafeler ve hediyelik eşya dükkanları ile dolu caddeyi keyifle yürürken, filtre kullanmaya gerek duymayacağımı bildiğim harika renkte fotoğraflar çekmeyi de ihmal etmedim.
Viski meraklıları var ise sizi oldukça mutlu edecek "Whisky Museum"' tam da bu yolun üzerinde. Viski severler için yapımından detayları alacağınız, çeşitli versiyonlarını tadabileceğiniz çok keyifli bir yer. Seçeceğiniz tura göre fiyatlar çeşitlilik gösteriyor.
Yolun sonundaki Edinburgh Kalesine gelecek olursam, kalenin içini gezmeden sadece dışarısının fotoğraflanması ve manzaraya bakma kısmı benim için yeterliydi. Dilerseniz içerde sizi St Margaret Şapeli, bronz heykeller ve kraliyet ailesine ait eşyaların sergilendiği odalar bekliyor. Ben gittiğim sırada giriş 14.5 Pound idi. Eskiden olsa enflasyon yok uzun süre bu fiyat devam eder derdim ama siz gittiğinizde kaç olmuş belki bana söylemek istersiniz:)
Kaleden aşağıya inerken sıra sıra yün/kaşmir satan dükkanlara artık kayıtsız kalamadım. Bence buradan alınacak en güzel hediyelik eşya lamb wool olarak satılan atkılar. Fiyatları 13-15 pound arasında değişiyor. Cashmier isterim derseniz 50 pounda kadar çıkan etiketler gördüm. Her gezimin vazgeçilmezi,magnet, kupa ve anahtarlıklar için 3 tanesi ortalama 10 pound. Tek tük 12 Pound olarak satanlar da var itibar etmeyiniz:)
Bir de hediyelik eşya kısmına girmişken İngiltere'nin çok meşhur "short bread" olarak geçen tereyağlı kurabiyelerinden bahsetmemek olmaz. Ağız tatlılığı arayanlar için çok lezzetli bir hediye. Boyutlarına göre değişiyor fiyatlar ama 2.5-3 pound ile başlıyor. Alpişkonun kreşinde de düzenli olarak çocuklara verilen, herkes tarafından sevilen bir atıştırmalık.
Edinburgh Kalesinden başlayan St Royal Mile caddesini ellerimde poşetler inerken St Giles Kathedraline gelmiştim bile. Yapımına 14. yy'da başlanmış olan kilisenin en önemli özelliği taç şeklindeki çan kulesi. Önünde sizi Walter Francis Montagu Douglas Scott heykeli karşılıyor. Giriş ücretsiz, uğramadan geçmeyin.
Royal Mile üzerindeki yolculuğumuz sürüyor. Bu cadde üzerindeki her sokak görülesi, her sokak sizi farklı bir turistik noktaya çıkartıyor. Edinburg Kalesini ilk durak kabul eder isek, Royal Mile'da aşağıya inerken St Giles molasından sonra, Mound sokağından yokuş aşağıya inerek Princess Street'e ulaşıyoruz. Yine kafeler ve dünyaca ünlü büyük mağazalarla dolu bir cadde. Güne başlarken yağmur olmamasından yana şanslı olduğumuzu iletmiştim ama rüzgarı sert. Hem dinlenmek hem de biraz ısınmak için yemek molası zamanı. Seçtiğim yer Bella İtalia isimli bir restorandı. Oldukça samimi bir ortama sahip. Her mekanda özellikle dikkatimi çeken güler yüzlü ve ilgili garsonlara burada da rastlıyorum.
Mutlaka ziyaret edilmesi gereken Primark molası sonrası, ihtişamı ile çağıran Scott Monument'a yaklaşmaya başlıyordum. Önemli bir İskoç yazar olan Walter Scott'a ait Gotik mimarinin özelliklerini göreceğiniz büyüleyici bir anıt. Biraz tarihini araştırdığımda bir yazar için dünyada yapılan ikinci büyük anıt olduğunu öğreniyorum. İlk sırada Havana'da yer alan Jose Martin'a ait anıt bulunuyor.
Burası aynı zamanda National Gallery'e de çok yakın, hava güzel olduğu için bugünü açık havada geçirmek istedim, o nedenle şimdilik pas geçtim. Her yere yürüyünce, her bina fotoğraf çekme hissi uyandırınca vakit çabuk geçiyor. 18:00 gibi buluşma sözü verdiğim Canberk ailesi ile sözleştiğimiz Greyfriars Pub'a doğru yola çıkıyordum. Bu pub aynı zamanda şehrin simgelerinden biri olan, sahibinin ölümü sonrası uzun yıllar onu beklediği için efsane olmuş Greyfriars Bobby isimli köpeğin heykelinin orada. Gezilecek yerlerde bu köpek için yapılmış bir heykel olduğu yazıyordu. Restoranın önünde yaklaşık 50cm'lik heykelin nasıl bir "attraction point"'e dönüştürüldüğü de İngilizlerin maahreti:) Gelelim yemeğin detaylarına. İç dekorasyonu tam bir İngiliz Pub tarzı döşenmiş, kahverengi ahşam konsepti ağırlıklı keyifli bir yer. Görkemli bir bar ve duvarlarda çok fazla sayıda tablo ve yazı bulunuyor. Yemekler de bir o kadar memnuniyet verici. Seçimlerimizin arasına lokal lezzetler serpiştirerek havaya giriyoruz. İskoçya'nın meşhur tatties(patates püresi üzeri kıyma karışımı denebilir), milföy içinde parça etlerle hazırlanmış Scoth Pie ve de burger alıyoruz. Hepsi oldukça büyük ve lezzetli. Ana yemekler ortalama 20 Pound. Yerli ve önerilen birkaç çeşit bira ile de yine gelsem uğrarım diyerek ayrılıyorum.
2.GÜN
İngiltere'ye her gidişimde sabah gözümü açmamla camdan dışarı bakıp havayı kontrol etmem bir oluyor. Yerler ıslak değil ve gökyüzü pırıl pırıl. Evde yapılan bir kahvaltı sonrası Canberk ailesinin de gitmediği ve benim tur rehberliğimi beklediği çok şirin bir köy olan Dean Village'a gidiyoruz. Aslında şehir merkezinden 5 km uzakta ama yakınlarda gezebileceğiniz köyler olarak lanse ediliyor internette. Büyük şehirlerde yaşamaya alışıklar için mesafe olarak kabul edebileceğimiz tanımlamalar değil:)
Otobüs biraz ileride bırakıyor, biz de güneş yerinde her şey yolunda diyerek arasından Leith nehri geçen bu köyü gezmeye başlıyoruz. Edinburgh'un her köşesinde olduğu gibi yine güzel fotoğraflar için mola vererek devam ediyoruz. Evler çok şirin, nehrin kenarında orman içinde uzun bir yürüme yolu, yarım saatliğine sizi gerçekten şehirden çok uzaklaşmış hissettiriyor. Yolun sonu yine dolaşmaktan hiç sıkılmayacağım şehre çıkıyor. Tesadüfi olarak gördüğümüz ve gezdiğimiz St Mary's Episcopal kilisesi de günün bonusu.
2 katlı otobüsün yine ön koltuğunu kapmış bir şekilde Calton Hill'e gitmek üzere yola çıkıyoruz. Arada bir yemek molası hakkımız var. Kahve-sandviç kombini ile hem biraz dinlenme hem de biraz ısınma hakkımızı kullanıyoruz. Güneşi iyi güzel ama biraz rüzgar esti mi hava bozuluyor, rüzgarın pismiş Edinburgh dedirtiyor bizlere. Bu arada şehir içi ulaşım için de küçük bir not paylaşayım. Metro yok, otobüs zaten oldukça yeterli ve sık. Taksi kullanmak isteyenler için ise sokaktan çevirme pek yaygın değil. Uygulama indirmeniz ve onun üzerinden çağırmanız gerekiyor. Ağırlıklı vitoları gördüm ve kullandım taksi olarak o anlamda konforlu. Birkaç kişi iseniz havalimanı transferinde kolaylık sağlayacaktır.
Kısa bir molanın ardından adından da anlaşılacağı üzere bizi birkaç basamak ve eğilimli bir yol bekliyordu. Edinburgh'a gel bir de buradan bak denilen yere çıkınca yorgunluk unutuluyor. Manzarası, alabildiğine geniş arazisi ve yapıları ile farklı bir yere ışınlanmış gibiyiz. Burada sizleri, kendinizi Atina'da hissettirecek bir İskoçya Ulusal Anıtı karşılıyor. Oldukça geniş bir arazide, gözlem evini ve Nelson Anıtını görme fırsatı bulacaksınız. Turistlerin haricinde lokallerin ailecek parkta bahçede vakit geçirdiği alanlardan biri. Konumu gereği sizi oldukça hareketli olan Princess Caddesinde vakit geçirmeye teşvik ediyor:) Eğer vaktiniz varsa buraya gelmişken Hollyrood Sarayı ve Arthur's Seat noktalarını da aradan çıkartabilirsiniz. Şehir çok büyük olmadığı için "buraya kadar gelmişken" demek de biraz acımasız oluyor ama yakın rotalar olduğu için belirtmek istedim.
Eve dönüş yolunda kısa bir kahve molası için Cockburn Sokağında yer ala Millkman'de biraz dinleniyoruz. Bu sokak The Royal Mile caddesine çıkan ünlü sokaklardan biri. Bir diğeri de renkli binaları ile ünlü Victoria Sokağı. Hem fotoğraf çekmek hem de biraz alışveriş yapmak için uğramadan geçmiyoruz.
Akşam biraz daha sakin ve eve yakın olan Mia Italian Kitchen'da keyifli bir yemek yiyoruz. Mekan çok büyük değil, biz bir gün önceden rezervasyon yaptırmıştık. Sonrasında yine mahallemizin iyilerinden olan Hermitage Pub'a uğramadan eve dönmüyoruz. Restoranlar Türkiye'nin aksine oldukça erken saatte kapandığı için birkaç mekan gezmeye de izin veriyor. Özellikle kahve dükkanlarının da ağırlıkta olduğunu düşünürsek 18:00 itibari ile açık yerlerin sayısı bir hayli az. O nedenle görüp beğendiğiniz yerler hangi gün açık, kaçta kapanıyor kontrol etmekte fayda var.
Üzerimde son günün hüznü ama hala gezeceğim yerler olduğunu bilmenin heyecanı ile uyandığım bir gün. Uçak akşama doğru ve gün yine benim sayılır.
Ev halkından kısa bir süreliğine ayrılıp merak ettiğim İskoçya Ulusal Galeri'yi görmeye gidiyorum. Ücretsiz olarak gezebileceğiniz bir çok ünlü ressamın resimleri ile dolu oldukça etkileyici bir yer. Tablolardan mutlaka zevkinize hitap eden bulacak ve hayran kalacaksınız diye düşünüyorum. Burası benim yürürken keyif aldığım Royal Mile caddesinden inen Mound caddesi üzerinde. Keyifli bir manzara da sunuyor sizlere, sürekli inip çıkabilirmişim gibi gelmişti. Yol üstünde şu an sanat galerisi, festival alanı olarak kullanılan Assembly Hall ve Mound müzesi bulunuyor.
Bugün güneş yerinde ama yine o şiddetli rüzgar bizimle. O
yüzden hem Royal Mile tadına son bir bakmak hem de listemde olan mekana kahve
tatlı molası için uğramak üzere, bu keyifli yokuşu şimdi çıkıyorum.
Hala uçak saati gelmedi mi diyenler için maalesef artık hızlıca eve dönüp havalimanına gitme zamanı. Taksi ile süreleri daha da kısaltarak vaktinde havalimanında olmayı başarıyorum. Listemdeki yerlere gitmenin keyfi sonsuz ama bir yanım yine gelmem gerektiğini söylüyor, bakalım neden olmasın...:)
Bir sonraki rotada görüşmek üzere...
Yorumlar
Yorum Gönder